5 Kasım 2024
Ramazan Kara

10 Ağustos 2014 günü annemi de kaybettik.
Annemi kaybedinceye kadar, birisi öldüğünde; toplumumuzun büyük bir kesimi gibi “Kaç yaşındaydı?” diye soran ben, artık sormamaya kara verdim. Ölenin yaşının değil, arkasında bıraktığı acının büyüklüğünün göz önünde bulundurulması gerektiğini, yaparak-yaşayarak anladım çünkü.
Daha önceki yazılarımda, annemle ilgili şeyleri kolayca yazdığım halde toprağa verilen annenin arkasından bir şeyler yazmanın ne kadar zor olduğunu da “Beni; 280 gün karnında taşıdıktan sonra doğuran ve büyüten, büyütürken üstüm açıldığında üstümü örten insanın üzerini toprakla örtmenin acısını” da yaparak-yaşayarak öğrendim.
Bu yüzden; ölen bir yakınımız defnedilirken üzerine attığımız toprağın sevap hanemize puan kazandırdığını bildiğim halde günah işlemiş gibi suçlu hissettim kendimi.
Benim annem, çoğu anne gibi özverinin simgesi olan bir anneydi. Geçmişte yaşadıklarını çok iyi analiz ettiği için çok ileri görüşlüydü de.
Annesini bebekken, babasını 14 yaşında yitirdiği ve 16 yaşında gelin, 17 yaşında anne olmasına karşın her zaman, her koşulda, her yerde, her kesime ve herkese karşı yaşından olgun tavırlarıyla, düşüncelerini olgunlaştırmadan dillendirmediği için olsa gerek haklı düşüncelerinden asla ödün vermeyen, onurlu duruşun simgesiydi O.
Nasıl mı?
Annemin en büyük çocuğu olan büyük ablamın çocukluğunda göçebe yaşamı sürdüren ailem onu okula gönderememiş.
Okuma yazma bilmedikleri halde ileri görüşlülükleriyle her zaman gurur duyduğum annem ve babam koyunları satıp yerleşik yaşama geçmek için köyümüze gelmişler.
Büyük ağabeyimin ilkokula başlaması ve akrabalarımızdan öğretmen olan ilk bireylerden biri olması bu kararla başlamış.
Ardından O’nun küçüğü olan ablama sıra gelmiş.
O dönemlerde kızlar ilkokula bile gönderilmek istenmezmiş ama ablam gönderilmiş.
Ablam ilkokulu bitirdiğinde, ilkokula giden küçük bir çocuktum. Ailem, özellikle annemin verdiği kesin kararla ablamı ortaokula yollamak istiyordu. Köyümüzde ortaokul yoktu. En yakın ortaokul ilçemizde ve evimize 7-8 kilometrelik bir uzaklıktaydı. Servis olmadığı gibi düzenli işleyen bir minibüs bile yoktu. Okula, yürüyerek gitmek zorundaydı yani. Üstelik köyden ilçeye gidip gelerek okuyacak ilk kız çocuğuydu.
Annem ve babam, ablamın öğretmenin de yönlendirmesiyle öyle karar vermişti. Ablam da çok istiyordu okumayı.
Köyde kıyamet kopuyordu. “Kız çocuğu okur muymuş? Kız çocuğu, büyüyünce başını açar mıymış? Kız çocuğu, etek-pantolon giyer miymiş?” Annemin babası hafızmış. “5 vakit namazını kılan hafızın kızı, bunu yapar mıymış?”
Anne-babama göre, kararları ve tavırları net olduğu için hepsi olurmuş.
Cehalete ve onun baskılarına baş kaldırmayla, en küçük toplum birimi olan ailemizde böyle tanıştık biz.
Hepinizin tahmin edebileceğiniz gibi ablam, okuluna gitti. Hem de köyümüzde ilkokuldan sonra okuyan ikinci kız olmasının yanında, köyümüzden çıkan ikinci öğretmen kız olmayı da başararak. Ağabeyimden sonra, ablam da öğretmen olacaktı yani.
Büyük ağabeyim öğretmen, diğerlerimiz öğrenciyken babam ölünce annem için acılı günler başladı.
1969 Şubat’ında babam öldüğünde, kardeşim 7, ben 11 yaşındaydık. Ablam lisede, bir ağabeyim öğretmen okulunda, öğretmen olan ağabeyim de sınıf öğretmenliğinden sonra Türkçe öğretmeni olmak için Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. Hepimiz öğrenciydik.
İşi-gücü, sosyal güvencesi ve sabit bir geliri olmayan, kocası ölmüş ama çocuklarını okutmak için her şeyi göze alabilecek kadar gözü kara, 46 yaşında genç bir kadın.
O, bizim annemizdi işte.
İlk olarak, dedemden kalan köydeki tarlalarımızı satıp parasını, “garanti para” olarak bankaya yatırdı. Bir yandan biz, yazları çalışıp aile bütçesine katkı yapmaya çalışıyoruz, bir yandan annem bankadaki paramızla destek oluyor. Diğer yandan da o özveri yüklü kadın, gece yarılarında bile üretime ara vermeyen bir atölye gibi savan dokuyor.
Anlayacağınız; o günün koşullarında okuyup başarılı olmak isteyen biz, annemizin komutasında, zorluklara, yoksulluğa ve cehalete karşı kurtuluş savaşı verdik sanki.
Babamız öldükten 9 yıl sonra, küçük kardeşimiz dışında hepimiz öğretmen olmuştuk. O da İstanbul’da konservatuarda okuyordu.
31 Ağustos 1978’de kardeşimi kaybettik.
Acılar karşısında hep dimdik gördüğümüz, dimdik görmeye alıştığımız annemiz, hala dimdik ayaktaydı. Yakınlarımızın yanında ve her gece sabahlara kadar ağlamasına tanık olduğum annemin, çok yakın bulmadıklarını görünce göz pınarları kuruyuverirdi.
Çünkü 18 yaşında katledildiği için toprağa vermek zorunda kaldığı Halk Ozanı olan oğlu, bir türküsünde; “Gözyaşın gelirse içine akıt ama namussuza bildirme anam!” demişti.
Onca acıya dayanan annem için o dizeler, kardeşimin vasiyeti sayılmıştı sanırım.
Ancak acısını içine gömmekten olsa gerek, 7 Ağustos 2014 akşamı, yaşamaya başladığı ikinci evlat acısını kaldıramadı ve yaşına karşın önemli bir sağlık sorunu olmayan annemiz, 10 Ağustos 2014 sabahı, aramızdan ayrılıverdi.
Çok sevdiği küçük oğlu İsmail’inin yanı başına, oğlunu kucaklar biçimde kalıcı olarak gitti.
Annemin olağan üstü bir hafızası olduğu için her şeyi, geçmişteki olayları da göz önüne alarak planlı-programlı olurdu. Ölümü bile planlı-programlı oldu sanki.
Ağabeyimin cenazesi nedeniyle gelen tüm çocuklarıyla, torunlarıyla, dost ve akrabalarıyla görüşüp helalleşmesi bile planlı-programlı çalışmanın bir sonucuydu bence.
Bizleri çok sevdiği ve masrafa sokmamak için, bizlerden aldığı cep harçlıklarıyla, gene bizlere destek olmaya çalışan özverinin simgesi konumundaki annemiz, hepimiz yanı başındayken ölerek bize, “Ölüp giderken de sizlere masraf çıkarmadığım için içim rahat gidiyorum” demek mi istedi acaba?
Bekar olan her torunu için “Ben ölürsem düğününde takın” diyerek altın bırakmasının nedeni, “Yakında aranızdan ayrılacağım” demek miydi yoksa?
Keşke annemiz, yıllar sonra; küçük ağabeyime “Seni, sağlık sorunlarım nedeniyle diğer çocuklarımdan az emzirmek zorunda kaldım” bana “Sen, üniversite okurken öğrenim kredisi kullandığın için bana fazla yük olmadın” küçük ablama “Sarı kızım, dua et” dediğinde aramızdan ayrılmaya karar verdiğini anlayabilseydik.
Keşke annemiz, daha çok yaşasaydı da bizler, maddi ve manevi olarak çevresinde gene dönüp dursaydık ama olmadı, olamadı.
Annem, genç yaşında ve tek başına pek çok sorumluluğun altına girdiği için epey sıkıntılar çekse de özellikle bizlerin eli ekmek tuttuktan sonra çektiği sıkıntıları unutması için evlat olarak, her şeyi yaptık.
O nedenle annem, 91 yaşında olmasına karşın önemli bir sağlık sorunu yaşamadı.
Keşke annemiz daha çok yaşasaydı ve bizler, “Anasız oğlak gibi” kalmasaydık. Annemi kaybedince, hangi yaşta olursak olalım, annemizi yitirince birer çocuk olduğumuzu da yaparak-yaşayarak öğrendim.
Oğlumun (genç yaşta yitirdiğimiz kardeşimin adını da verdiğimiz torununun) deyimiyle “Koca bir çınardı” annem.
Okur-yazar olmasının yanında hiç okul görmeyen annemiz, her konuda bir şeyler söyleyebilecek kadar bilge, her çocuğunun evlilik kararına saygı duyacak kadar hoş görülü, torunu olan kızıma “Kızım, anlaştığın bir erkek arkadaşın varsa ve babana söyleyemiyorsan önce bana söyle, ben babana uygun bir dille söylerim” diyecek kadar da anlayışlı KOCA BİR ÇINARDI.
Yaşadığım sürece her yılın annesi olarak göreceğim annem; hem cumhuriyetle yaşıt, hem de cumhuriyetin bütün değerlerine sahip çıkmasının yanında kendisi gibi cumhuriyetçi nesiller yetiştiren öğretmenlere annelik yapan bir Cumhuriyet Çınarı idi.
Genellikle annesini kaybeden çocuklara “Senin annen bir melekti” diyerek moral veririz. Benim annem, tam anlamıyla bir anne ve bir insandı.
Bu yüzden ben; aramızdan ayrılarak uçup giderken “Benim annem her yönüyle iyi bir insan, mükemmel bir anneydi. Bu yüzden giderken melek olmayı fazlasıyla hak etti. O yaşarken de melek gibiydi ama bir melek değildi. Geride bıraktıklarıyla melek oldu” diye düşünüyorum.