5 Aralık 2024
ramazan KARA

Değerli Okuyucular ve Ramazan Kara,

Size olan sorumluluğumun bilincinde olarak, zamanında  yayımlamam gereken   Ramazan Kara’nın bu  yazısını gözden kaçırdığım için siz Değerli okuyucular ve  yazarımız Ramazan Kara’dan  özür dilemek istiyorum.

Siz değerli okuyucularımızın anlayışını ve sabrını takdir ediyor, bu gecikmeden dolayı bir kez daha özür diliyorum. Sizlerle olan iletişimimizi güçlü tutmak için elimden gelenin en iyisini yapmaya devam edeceğim.

Saygılarımla,

Cevher Zengin

Bugün, doğum günüm olduğu için size kendimi anlatacağım. Nedenini benim de bilmediğim ilginç özelliklerimi de. Sonuna kadar sabırla okuyan herkes, hem bilinmeyen bir veya birkaç özelliğimi öğrenecek hem de “Aşılamayacak hiç bir sorun yoktur” diyecek.

Ramazan Kara

Soğuktan, sıcaktan, açlıktan, susuzluktan, uykusuzluktan etkilenmeyen, lisede sözel eğitim alıp Matematik öğretmeni olabilen, günde 3 paket sigara içerken ani bir kararla sigarayı bırakabilen, zayıflamaya karar verdikten sonra istediği her şeyi yiyerek 9 ayda 17 kilogram zayıflayabilecek kadar beyin gücüyle hareket eden bir insandan söz edeceğim.
Ben, asla olaylara takılıp kalmam. Bu yüzden çevreme ve çevremdeki değişikliklere ya çok çabuk uyum sağlarım ya da o değişikliklere karşı neler yapmam gerekirse onu anında yaparım.
Beni tanıyan insanların büyük bir çoğunluğu, tanıdığı ilk günlerde başlayarak zamanla “Ne kadar farklı bir insansın?” veya “Neden ve nasıl bu kadar farklı oldun?” diye sorar.
Annem, koyun sağmadan gelirken doğum sancıları tuttuğu için beni, rahmetli halamın da yardımıyla tarlada doğurmuş. Doğa ile içi içe doğmuşum yani. Doğaya olan aşırı ilgim ve tutkum, buradan geliyor herhalde.
Aklımın erdiği günden bu yana, soğuktan ve sıcaktan etkilenmeyen bir bünyem var. Kışın, her bölgemizde kısa kollu gömlekle rahatça dolaşabildiğim gibi yazın da takım elbiseyle dolaşamayacağım bölgemiz yoktur.
En ilginç özelliğim bu olsa gerek. Sanırım bu, daha doğarken doğa ile iç içe olmamdan kaynaklanıyor. Doğa, bana tam anlamıyla kucak açmış. Bir annenin çocuğunu koruyup kolladığı gibi tabiat ana da beni koruyup kollar. Ne de olsa eline doğmuşum. Hem üşütmez hem de terletmez. Bu yüzden, Ocak ayında, soğuk suyla duş alırım ve denize girerim üşümem. Yaz aylarının, en sıcak günlerinde bile iş yaparım ama terlemem.
Kimi zaman bir oturuşta birkaç kişilik yemek yerim, bir seferde bir litreden fazla su içerim. Kimi zaman da gün boyu su içmesem, birkaç gün yemek yemesem açlık hissetmem.
Bir işe başlamışsam o işi bitirinceye kadar aralıksız çalışırım ve işi bitirdiğimde herhangi bir yorgunluk hissetmem.
Kimi zaman saatlerce uyurum. Kimi zaman da üst üste birkaç gün uyumadan durabilirim. Kendimi nasıl programladıysam öyle yaşarım yani. Bu bir çeşit beyin gücü müdür, yoksa ben, insan kılıklı, türünün tek örneği olan bir canlı mıyım? Onu, ben de bilmiyorum.
Bir başka ilginç özelliğim, Matematik alanındaki doğuştan gelen garipliklerim. İlkokul ve ortaokulda öğrenci olduğum yıllarda; Matematik problemlerini, okur ve herhangi bir işlem yapmadan anında yanıtlardım.
Matematik öğretmenime soru sorunca dayak yediğim için liseyi, o zamanki adıyla “Edebiyat Bölümü “ olan sözel bölümde okuyarak bitirdim ve çoğunuzun bildiği gibi sonunda Matematik öğretmeni oldum.
Edebiyat bölümünde eğitim görürken, bana inanılmaz bir destek veren rahmetli Çetin Ezgeç öğretmenimden de söz etmeliyim.
O yıl yeni mezun olarak okulumuza gelen o gencecik öğretmen, benim gibi edebiyat dersini hiç sevmeyen bir öğrenciye okul gazetesine yazılar ve şiirler yazdırmayı başardı. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin 50. kuruluş yılı nedeniyle katıldığım şiir yarışmasında dereceye girecek kadar şair yaptı beni.
Şu anda, köşe yazıları ve şiirler yazmamın temelini o genç öğretmenim attı işte.
Daha sonraki yıllarda; yazdığım birkaç şiirimi besteleyebildiysem, profesyonel korolarda türküler söyleyebildiysem, tiyatrolarda oyuncu olarak görev alıp tiyatro öğretmeni olabildiysem bunların temelinde Çetin öğretmenimin bana aşıladığı o güç yatıyor.
Edebiyat ve Matematik öğretmenlerimin o günkü tavırlarını değerlendirdiğimde “At sahibine göre kişner” sözünün eğitimde ne kadar geçerli olduğunu daha iyi anlıyorum.
Asıl ilginçliğim, üniversite okuduğum yıllarda başladı. İlkokul, ortaokul ve lisede derslerinde çok başarılı bir öğrenci olmama ve 6 yıl halk oyunları ekibinde oynamama karşın, o zaman kadar medeni cesaretim yeterli değildi.
Ortaokul birinci sınıftayken, babam ölmüştü. İzin istemek, en doğal hakkım olduğu halde bir arkadaşımdan benim için izin almasını istemiştim. Bu olayı, bir türlü unutamıyordum.
Ne yapıp edip kabuğumdan çıkmalıydım ve karşımda kim olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun içimden geçenleri, saygı sınırları içerisinde çekinmeden söyleyebilmeliydim.
Yıllar sonra, bir sıkıntımı anlattığım Milli Eğitim Müdürü, ses tonunu yükselterek “Bıktım öğretmenlerin sorunlarından” deyince “İstifa edin o zaman. Siz bu makama öğretmenlerin sorunlarını da çözmek için gelmediniz mi?” dediğimde istediğim gibi bir insan olabildiğimi anladım.
Bu duruma nasıl mı geldim? Üniversitede okuduğum yıllarda, ortalama üç-dört günde bir kitap okurdum. Parasal gücüm yetersiz olduğu ve fazla kitap alamadığım için arkadaşlarımdan aldığım kitapları hemen okur geri verirdim. Daha sonra kitap satan bir yerle, okuyup yıpratmadan geri getirdiğim kitapları geriye alması konusunda anlaştım. Kitapların tamamını yıpratmadan geri getirmeye başlayınca kitapçı, arada bir öylesine ücret alıyordu. Bilgiye aç olduğum için her tür kitabı okuyordum. Çok kitap okumamın yanında bir yandan da çevremdeki insanların tavırlarını inceleyip değerlendiriyordum.
Okuduklarımı, izlediklerimi, yaşadıklarımı, deneyimlerimi, düşündüklerimi harmanlayıp “farklı bir kişilik, farklı bir insan olmak istiyordum” çünkü. Benim için ne kadar zor olursa olsun farkı biri olmalıydım. Kendiyle barışık, almadan vermesini bilecek kadar özverili, aynada yüzüne utanmadan bakabilecek kadar dürüst, insanları kullanmaya çalışmayan, kendinden emin, bir o kadar da güvenilir, tavırları içten, doğal ve mantıklı biri olmalıydım. Birkaç yıl sonra hiç değişmemek üzere öyle biri oldum. Yaklaşık 40 yıldır, istediğim gibi bir insanım. Bu yüzden kendimi yüzde yüz beğeniyorum. Başkasının benim için ne düşündüğünü, ne dediğini, kafama takmadan beğendiğim insan olarak yaşamayı hala sürdürüyorum.
Elbette, haklı eleştirileri dinleyip gerekirse özeleştiriler yaparak kendimi daha fazla geliştirmeye her zaman açığım. Ancak bunun yanında, kesinlikle vazgeçmeyeceğim ilkelerim var benim.
Bu ilkelerimin bir kaçından ve bu ilkeleri uygularken karşılaştığım ilginçliklerden de söz etmek istiyorum.
Yeni tanıdığım insan, kim olursa olsun işe “Bu insan için ne yapabilirim?” ve “Bu insanın kendimi daha çok geliştirebilmem için bana katkısı ne olabilir?” diye düşünürüm. Yeni tanıştığım her insan, benim için bir okul, bir öğretmendir. Bu yüzden o insanın yaşam biçimi, bana anlatılan ders olur. Her insandan iyi veya kötü anlamda mutlaka bir şeyler öğrenirim çünkü. O insanın, geçmişi, davranışları, söylemleri, söylemlerini ne oranda davranışa dönüştürebildiği benim için birer hazinedir. O insanın kendini tanımamı sağlaması yeter bana. Benim için başka bir şey yapmasına gerek yoktur. O insanın; çocuk-genç-yaşlı, etiketli- etiketsiz, kadın-erkek-eşcinsel olması veya dini, dili, ırkı, geçmişi, geleceği benim için önemli değildir. İnsanlığı da. İnsan kılıklı her yaratıktan alabileceğimiz bir ders vardır. O yüzden her insanla çok yakından ilgilenirim.
İnsanlarla konuşurken gözlerinin içine bakarım. Konuşamayan hayvanlar bile insanın gözlerinin içine bakarak gerçek niyetlerini okuyorlar. Bunu ben neden yapmayayım?
İnsanlara çok yakın davranıp gözlerimi gözlerinden ayırmadan konuşmaya başladığım günden bu yana zamanla; karşı cinsten beni yanlış anlayıp kendilerine aşık olduğumu veya ilgi duyduğumu sananlar olduğu gibi bana aşık olanlar veya ilgi duyanlar da oldu.
Ancak, yanlış anlaşılmaları, konuşarak kolaylıkla aşarak bu günlere geldim. Beni yanlış anlamalarını kafama takmam. Kim yanlış anlıyorsa kafaya takan da yanlışını düzeltmesi gereken de o olmalı bence.
Başıma gelen olayları da kafama takmam. Bana göre karşılaştığımız sorunlar, acıyla kıvranmamız için değil aşılmak içindir. Ya biz, sorunları aşarız, ya da sorunlar bizi yok eder.
Kendime hep “Sorunları aşmak yerine sorunlarla yaşamaya başlamışsan senin varlığının bir önemi var mı? Bir bakıma, mutluluğa varmak için ilk koşul, sorunlar karşısında ayakta kalabilmek değil mi?” diye sorarım. Ben, ayakta kalamıyorsam ayakta kalan diğer şeylerin benim için önemi yoktur. Ben sağlıklı değilsem, sağlıklı düşünemiyorsam, sağlıklı olmak için sorunlarımı aşamıyorsam yaşamıyorum demektir çünkü.
Benim yaşam biçimime yön veren ana düşünce budur işte. Bu öyle bir yaşam biçimi ki; ne yoruluyorum, ne hastalanıyorum, ne de bir şeylere veya bir olaya takılıp kalıyorum.
Kimi insanlar gibi “Önce tasarruf yapmak için sağlığımdan olup sonra sağlığıma kavuşmak için birikimlerimi tüketmiyorum.” “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” diye bir atasözümüz var ya ben de “Kafa, sağlam değilse bedeni çürütür” diyorum.
67 yaşında bir insanım. Her yıl sağlık taraması yaptırıyorum. Tüm değerlerim alt ve üst limitlerin ortalaması veya ortalamalara çok yakın çıkıyor. “Bu gidişle 500 yıl yaşarım” diye düşünüyorum.
Hepinize, “Kalan 433 yıllık yaşantımda beni yalnız bırakmayın” derken; sağlık, mutluluk, başarı dolu bir yaşamı, sevdikleriniz ve sevenlerinizle, huzur dolu ortamlarda doyasıya yaşamanızı dilerim.